26 Kasım 2014 Çarşamba

Suçluluk edebiyatı

Sevgili Emre ve Ozan,

Uzun zamandır yazamadığım doğrudur. Sanmayın ki hayatımızda heyecanlı gelişmeler olmuyor. Oluyor elbette fakat annenizin yazacak zamanı hiç olmuyor. Hatta çoğu şeye zaman bulamıyor anneniz. Günler akıp gidiyor...



Küçük prenslerim, havanın soğuması ve erken kararması ile birlikte bunalım sezonu açılmış bulunmakta. Hiçbir şeye yetişememek yeni bir his değil benim için. Doktora tezimi yazarken de sayısız kereler isyan etmişimdir "hayatım geçiyor" diye. Fakat artık hayatımda siz varsınız ve sizin olduğunuz bir hayatın hızla akıp geçmesi ve benim yeteri kadar sizlerle olamadığım gerçeği beni derin bir suçluluk duygusuna itiyor. Peki duygu girdabına kapıldığım anlarda ne yapıyorum? Kendi kendime tekrar ediyorum neşeli böceklerim: Mutlu anne mutlu çocuk! Kendine yeten anne kendine yeten çocuk! O zaman çalışmaya, üretmeye, var olmaya devam!!

8 Ekim 2014 Çarşamba

Emekleyen ikizlerle başa çıkmak

Sevgili Ozan ve Emre,

Yazının başlığından alınmayın sakın neşeli böceklerim. İnanın bana emekleyen ikizlerle başa çıkmak insanı meleklik mertebesine çıkarabilecek düzeyde özverili bir uğraş. "Uğraş" kelimesini bilinçli olarak kullandım hani emekleyen ikizlerle düzen oturtmaya çalışanlara bilinçaltı "uğraş dur" mesajı vermek için.

Evdeki son durum şu sevimli böceklerim: Her yerdesiniz. Mutfakta, yatak odasında, kendi odanızda, salonda, çat kapı önünde çat kapı arkasında. Çoğu zaman ayak altından gözden uzak noktalara kaçma çabasında....


Emeklemekle birlikte hayat felsefeniz de renklendi. "Yerim, gaz çıkarırım, uyurum! Oh hayat bu işte, keyfine bakarım!" dan daha ulvi hayat tecrübeleri edindiniz artık.

1. "Beğendiğim her şey ya benimdir ya benim olacaktır"
2. "Yalayabildiğim her şey benimdir ve benim kalacaktır"
3. "Orda bir oda var uzakta henüz gitmesem de görmesem de o oda elbet keşfedilecektir"
4. "Mutfak denilen yerde yemek yapmanıza göz yumabilirim fakat mutfağın benim lunaparkım olduğu gerçeği unutulmamalıdır"
5. "Kim önce görürse onundur"
6. Kimin elinde en son kalırsa onundur"
7. "5. ve 6. maddelerin çeliştiği durumlarda ağlanır, birbirinin saçı çekilir ve güreş dünyasına yeni pozisyonlar kazandırılmak amacıyla arge çalışmalarında bulunulur.

Yine de çok mutluyum araştırmacı böceklerim. Doğduğunuzdan beri hep "bir emekleseler" der dururdum. Bunu duyan herkes "emeklesinler de gör gününü" derdi. Ben de onlara "elbette zor olacak, iki insanın dünyayı keşif çabaları, takdire değer bir amaç uğrunda akıtılan ter insanı yormaz aksine gençleştirir" diye cevap veriyordum içimden. İşte şimdi tüm aile sayenizde gençleşiyoruz hareketli böceklerim. Artık çita hızında emekliyorsunuz.

Bu aralar dilimde "bir yürüseler" temennisi. Beni duyan herkes "hele bir yürüsünler de gör gününü" diyor. Ben sesimi çıkarmıyorum yine.  İçimden veriyorum cevabımı: "Dört ayaktan iki ayaklı hayata başlangıç sadece ilk adım değil bir nevi insanlığa atılan ilk adım. Bir zahmet görelim günümüzü. İnsanlığın hiç bir kazanımı kolay olmamıştır. "


8 Eylül 2014 Pazartesi

Yemek ve iletişim dünyası

Yemek insanoğlunun türünün devamı için hala şart, yürürlükten kalkmadı değil mi? Geçen gün facebook'ta eskiden öğrencim şimdi meslekdaşım olan bir arkadaşım şöyle yazmış: Hayatta yemek diye birşey olduğunu bilse benim prenses dünyaya gelmezmiş! Bu yazının altına arkadaşları benzer yorumlar yazarak bebeklerinin ya da çocuklarının ne kadar zor yemek yediklerinden bahsetmişler. Aslında ben çok yiyen çocukların az yiyenlerden daha zorlayıcı bir kategori olduğunu düşünmüşümdür hep. Yemeyen çocuğa türlü oyunlar, şaklabanlıklar yaparsın da habire yemek isteyen çocuğu engellemek ve yedirmemek daha zor olsa gerek.


Geçen hafta iş sonrası ev öncesi Carrefour'a uğradım mutfak alışverişi için. Haydi dedim, hazır vaktim varken kendime bir hoşluk yapayım. Aldım elime Coelho'nun son romanı Adultery'i. Bir elimde iced coffee bir elimde kitabım yanımda poşetlerim oturdum Starbucks'a beş on dakika. Tam yanımda bir olay cereyan etti. İki orta yaşlı kadın ve küçük bir kız çocuğu yan masama oturdular. Oturur oturmaz çocuğun içeceğine kaç şeker atacağı ile ilgili üçlü kavgaya tutuştular. Kız çocuğu yaşına göre hayli kiloluydu ve kadınlardan biri şeker kullanmasına izin vermiyordu. Kadınlardan diğeri ise "bir poşet atsın canım" diye ombudsmanlık yapmaya gayret ediyordu. Çocuk ise sürekli "atacağım, atacağım, siz koydunuz!" diyordu. Demem o ki, yemek işi yiyenle de yemeyenle de zor.

Sevgili Emre ve Ozan,

Sanmayın ki konu size hiç gelmeyecek. Elbette gelecek küçük aşklarım. Son günlerde Emre bir oyun öğrenmiş. Dudaklarını büzerek "Pııııırt Pırrrt" ses çıkarıyor. Aman ne şeker! Fakat bunu yemek yerken de yapıyor ki bu çok fena. Tüm üstü başı yemek oluyor ve dolayısıyla hiçbir şey yutmuoyr. Oyun oynaya oynaya masadan aç kalkıyor. Neşeli böceğim, yemek yerken eğlen tabii ama bu kadar da değil :)

Hastaneden neşeli biraderleri eve çıkarırken doktorları "onlarla hep sohbet edin. Emzirirken ya da biberonla beslerken gözlerinin içine bakın ve sohbet edin" demişti. İlk günlerden beri yemek sırasında hep sohbet ettik Emre ve Ozanla. Biraz daha büyüdüklerinde çeşitli çıngırak ve sesli-renkli oyuncaklarla ilgilerini çektik. Daha da büyüdüklerinde bu oyuncakları ellerine vermeye başladık. Asla yemek yedirmeye çalışırken televizyon veye cep telefonu izlettirmedik. Hala da öyle.

Yemek yerken bir yandan oyuncaklarla oynamak el becerilerini geliştirdi. Şimdilerde onların da ellerine kaşık veriyoruz ve mama kaplarına daldırıp ağızlarına götürüyorlar. Tüm bunları doktorlarına söylediğimde "böyle davranmaya devam" dedi.  Bebek ya da çocukları televizyonun karşısına oturtup yemek yedirmek kolaya kaçmak. Uzmanlar televizyonun iki yaş sonrası o da limitli bir şekilde izlettirilirse çocuğun gelişimine katkısı olabaileceğini belirtiyor. Tabii izlettirdiğin programın da türü mühim.

Uzmanlığım her ne kadar yabancı dil gelişimi olsa da ana dil gelişimini bilmeden yabancı dil gelişimi üzerine ahkam kesemezsin. Haydi ben de ahkam keseyim: Dil gelişimi sadece iletişim aracılığıyla olur. Yani bebekle sohbet edeceksin. Hatta sadece sen de konuşmayacaksın, arada sorular sorup belli bir süre cevap bekleyeceksin. Tabii ki bebek sana cevap vermeyecek ama sohbette konuşma sırası olduğunun mantığını kapacak. Öğrencilere ikinci dil edinimi dersimin ilk haftasında mutlaka şu soruyu sorarım: Dil gelişimi ne zaman başlar? Çeşitli fikirler üretirler fakat hemen hemen hiçbiri anne karnında demez. Oysa dil gelişimi anne karnında başlar. Neden hamilelere klasik müzik dinleyin denir? Bebekler anne karnında sesleri duyarlar. Dil gelişimi sesi duymakla start alır. O yüzden  sadece müzik dinlemek yetmez, bebekle konuşmak da gerekir. Bebeklere okumak da işte bu dönemlerde başlayabilir. Baba annenin karnına elini koyarak sesli kısa hikaye kitabı okusa ne şahene olur. Hem eşler arası bir etkinlik hem de bebek ve baba iletişimini ses yoluyla kuracak bir aktivite. 

İletişim kurmak daima önemli. Daha ileriki yaşlarda televizyon izlerken bile anne baba çocuk iletişim içinde olmalıdır. DVd durdurularak, "Sence ne olacak? Şu karakter niye böyle davrandı?" gibi sorular sorulabilir. Eğer film durdurulmak istenmiyorsa film sonrası da sohbet edilebilir. Ama en iyisi film sırası kısa sorular sormak ve iletişim halinde olmak. Yoksa televizyon çocuk en pedagojik film ya da çizgi filmi bile izliyor olsa bir aptal kutusuna dönüşür.İletişim kuralı sadece televizyon için geçerli değil. Çocuklara kitap okurken de iletişim halinde olunmalı. Çünkü çocuklar izlemekten ya da dinlemekten değil iletişim halinde olmaktan öğrenir.

Sevgili Emre ve Ozan size dönecek olursak,

Dilerim ileride televizyon canavarlarına dönüşmezsiniz. Dönüşürseniz de ben de yanınızda sürekli sorularla sizlerle iletişim halinde olacağım, şimdiden haberiniz ola!




5 Eylül 2014 Cuma

Tırtılsever biraderler

Dün işten eve döndüğümde ilk kez bir sahneyle karşılaştım. Bir nevi tanıtımları dönmüş ama film henüz gösterime girmemişti. İşte dün akşamüstü ben filmi izledim. Filmin adı Tırtılsever biraderler.Türü Ozan ve Emre'ye göre macera, bana göre gerilim.

Sevgili Ozan ve Emre,

Dün fark ettim ki, ikiz kardeşe sahip olmanın güzellikleri üzerine yoğunlaşırsanız hayat sizin için de bizim için de daha güzel geçecek. İnsanın yalnız olmaması, yanında yakınında doğal oyun arkadaşının olmasının hoşluğuna odaklanarak başlayabilirsiniz bence. Her şeyi paylaşıyor olmanın inceliğini fark edersiniz umarım bir gün. Kulağa bir marka sloganı gibi geliyor olsa da "hayat paylaşınca güzel".

Dün akşamüstü işten eve geldiğimde her ikiniz de oyun alanınızda neşeli tırtıl müsabakasındaydınız. Ozan avazı çıktığı kadar bağırıyor bir yandan da kendi saçını çekiyordu. Emre ise ağlayıp ağlayıp susuyor, sustuğu zamanlarda da neşeli tırtılın kendinin mi yoksa Ozanın mı yakınında olduğunu kestirmeye çalışıyordu. İşte ilk atarlı oyuncak kavganızı Eğitici Tırtıl uğruna yaşadınız neşeli böceklerim.

Tüm bunlar yaşanırken dedim ki kendi kendime: Gel de çık bu işin içinden!

Daha çok küçükken, henüz oturamazken paylaşamadığınız bir Gitarist Aslan vardı. Tüm akraba ve aile dostlarımız bu gitar çalan havalı rock star aslanı tanır, bilir ve severdi. Bayılırdınız bu aslana. Bir sağa bir sola solucan gibi kıvrılıp aslanı ele geçirmeye çalışırdınız. Onun cezbedici melodisini her duyduğunuzda el ve kollarınızı ahenkle sallamaya başlar ve her ikinizde aslanı ele geçirmeye çabalardınız. Gitarist aslan meğer olacakların habercisi, tırtılsever biraderler filminin tanıtımıymış.Dilerim bu filmin dizisi çekilmez. Yoksa bizim çekeceğimiz var.



25 Ağustos 2014 Pazartesi

El-Ayak-Ağız Hastalığı mı? O da ne!

Atalarımız boşuna "iti an çomağı hazırla" dememiş. En son yazıda "hastane", "doktor", "tahlil" gibi kelimeleri bol bol kullanınca hastalık geldi kapımızı çaldı. Hangi hastalık mı? El-Ayak-Ağız! O da ne?

Sevgili Ozan ve Emre,

Tebrikler neşeli böceklerim. İlk bulaşıcı çocuk hastalığınızı geçirmektesiniz. Üstelik anne ve babanızın daha önce adını sanını hiç duymadıkları bir hastalık geçirerek genel kültürlerine katkıda bulunuyorsunuz. İki güzide doktorun teşhisiyle el-ayak-ağız rahatsızlığı geçirmektesiniz.

Perşembe günü ofisteyken aldığım bir haberle uça koşa eve vardım ve Emreyi doktora götürdüm. Özellikle ağız bölgesinde sivilce, alerji, su çiçeği benzeri döküntüler vardı. Günün ilerleyen saatlerinde ellerinde özellikle bileklerinde de bu döküntüler görünmeye başladı.

Doktorlardan edinilen bilgilere göre bu hastalık hayati bir hastalık değil, sıkıcı bir bulaşıcı hastalık. Genellikle 10 yaş altı çocuklarda görülüyor. Nadiren de olsa yetişkinlerde de görülebiliyor. Özellikle çocukların ortak yaşam alanlarında yani parklarda, bahçelerde, kreşlerde bu hastalık kısa sürede salgına dönüşebiliyormuş. Her hastalık gibi el-ayak-ağız hastalığında da hijyen önemli. Ellerin sık sık yıkanması, çocukların kullandığı oyuncakların temizlenmesi şart. Hastalık bittikten sonra bir bayram temizliği yapmak şart yani. Bu hastalık viral bir enfeksiyon. Bu hastalığı geçiren çocukların diğer çocuklarla birarada tutulmaması önemliymiş. Hoş ikiz olunca bu tavsiye işe yaramıyor. Her iki doktorda  " Ozanda kısa zamanda bu hastalığı geçirir" dediler. Nostradamus olmaya gerek yok tabii. İkiz kardeş herşeyi paylaşır geyiği hastalıkları da kapsıyor. Gerçekten de bir iki gün sonra Ozan'ın ateşi çıktı ve ağız çevresinde döküntüler kendini gösterdi.

Çok şükür ki bu hastalık bir hafta-on gün içinde kendiliğinden geçiyormuş. Mühim olan hastalık süresince bebeklerin ateşini kontrol altında tutmak ve sağlıklı beslenmelerine özen göstermek. Bu pek de kolay olmuyor çünkü bu döküntülerden ağız içi veya boğazda da olabileceğinden bebekler yutkunurken zorlanıyorlar. Emreciğimin bademciğinde de gördük bir tane yara. Doktorumuz Emre ve Ozanı hastalık süresince ılık ve mümkün olduğunca sıvı yiyeceklerle beslememizi tavsiye etti ve sıcak yiyeceklerden kaçınmamız konusunda bizleri uyardı. Ben de onların yalancısıyım...Siz yine de kendi doktorunuza danışın zira bu bir sağlık sitesi değil ve her bebeğin geçirdiği rahatsızlık ve bu rahatsızlığın şiddeti farklı olabilir. Biz Emre ve Ozanı meyveli yoğurtlar ve ılık çorbalarla beslemeye özen gösterdik. İşe yaradı.Çok şükür yavaş yavaş yaraları kabuk tutmaya başladı.

Büyüyorsunuz neşeli böceklerim. Gaz sancısının yerini bulaşıcı çocuk hastalıkları almaya başaldı. Bağışıklık sisteminiz güçleniyor ve siz gerçek hayata ve mikroplarına daha hazırlıklı hale geliyorsunuz. Varsın bir iki gece uykusuz kalalım, siz iyileşin de...






21 Ağustos 2014 Perşembe

Şır bebeğim şır

Hastanelere gitmeyi oldum olası sevmemişimdir Doktor fobim olduğundan falan değil, mekansal olarak hastaneleri sevmememden kaynaklanıyor bu durum. Sağlam git hasta çıkarsın bence hastanelerden. Ne yalan söyleyeyim anne olduktan sonra, daha doğrusu hamile kaldıktan sonra  sık girmeye başladım hastanelerin kapısından adeta ayaklarım alıştı. Hiç hastalık olmasa da rutin kontroller var  sık sık.

Kaderin cilvesine bakın ki benim de ismimin başında "doktor" ünvanı var. Lakin bu ünvan hekimlikten gelmiyor benimkisi doktora sonrası elde edilen bir ünvan. Tıp ile uzaktan yakından alakası olmayan bir alandan doktorluğum. Neyse bu başka bir yazının konusu...




Sevgili Emre ve Ozan,

Bu cumartesi rutin doktor kontrolünüz vardı. Kan ve idrar testi istedi Doktor Nineniz sizden. Daha öncede kan aldırmış olduğunuzdan çok hazırlıklıydık kan alımına. Oyuncaklarınız, emzikleriniz, su ve annenizin şefkatli kucağı emrinize amadeydi. Sorunsuz sıkıntısız kanlar alındı çok şükür. Sıra geldi idrara. Kulağa idrar alımı daha kolay olurmuş gibi geliyor da , hiç öyle olmadı.


Bebekler için plastik poşetler varmış. Vücuda yapıştırılıyor bu plastik poşetler ve idrar beze değil de poşete biriktiriliyor. Teoride çok başarılı ama pratikte sınıfta kalır. Hemşire abla ikinize de taktı bu poşetlerden ve "biraz vakit geçirin sonra bakarız işeyip işemediklerine" diyerek gitti. Gidiş o gidiş. Dakikalar geçti ne hemşire abladan ne sizin çişten haber yok. Vakit geçirmek için oyunlar oynadık, alışveriş yaptık, bol bol su içtik, içirdik. Sanki yağmur duasına çıkmış İstanbul halkıyız...Acaba barajlar dolacak mı?

Sonuç: Hastanede işemediniz neşeli böceklerim. Üç beş poşet verdiler yanımıza, yolladılar bizi evimize. Öyle de sıkı tembih ettiler ki -yarım saat, kırk dakika içinde idrar örneğini tahlile yetiştirmeniz lazım- diye... Beni aldı mı bir telaş- ya zamanında yetiştiremezsek diye...Sanki idrar şişesi elimde patlayacak, kendi kendini imha edecek yarım saat içinde...Bir panik senaryosunun içindeyim. Başrollerde bizim aile üyeleri, film müziği Emel Sayın "Yağdır Mevlam Su".

Başladık poşetleri takmaya, Bir:  karavana...  Poşet boş, bez sırılsıklam. İki: karavana...  Poşet bulanmış pufa. Üç: Karavana... Emeklerken poşet çıkmış gitmiş. Ha gayret dedik, tam vazgeçmiştik ki; Ozanla yüzümüz güldü. Bir nevi Eurovision Sertab Erener birinciliği ...En beklenmedik anda başarıya ulaştık. Koştum gittim hastaneye elimde şişe. Peki ya Emre?

Tam 24 saat sonra mutlu sona ulaştık Emreciğimle. O da kademeli; hemen şır diye olmadı yani. Biraz birikmiş poşette, kaptım gittim hastaneye- hemşire abla dedi ki "bu yetmez- çay kaşığı kadar değil en az tatlı kaşığı kadar idrar lazım". Döndüm tekrar eve. Emel Sayın featuring Emine Beder. Başladık mutfak gereçleriyle ölçü hesabına...Çiş yavrum çiş..Şır bebeğim şır....Yağdır Mevlam su, çatlayan dudaklara, sararan yapraklara, yağdır mevlam su...Neyse ki şansımız yaver gitti de hem İstanbul'a yağmur yağdı barajlar dolu, hem Emrenin poşet doldu.



18 Ağustos 2014 Pazartesi

Teyze sana ne?

İkiz bebeklerle yaşamak insanı gençleştiriyor. İkiz bebeklerle gezmek insanı popülerleştiriyor. Bunu bilir bunu söylerim, tecrübeyle sabit. Nasıl mı?



Sevgili Ozan ve Emre,

Sanmayın ki sizden önce etrafta dolanırken ilgi çekmiyordum. Eline yüzüne bakılır cinsten hoş bir kadınım, sizden öncede öyleydim. Lakin sizden sonra popülerliğim oldukça arttı çünkü insanların hemen dikkatini çekiyorsunuz. Yolda, parkta, pazarda, hastanede; hemen hemen her yerde teyzeler yanımıza geliyor ve gülümseyen gözlerle "İkizler mi?" diye soruyorlar. Gülümseyerek cevap veriyorum: "Evet". Eğer sohbet anında babanız varsa cevap vermek için hemen atılıyor: "Hayır, aslında üçüzler, üçüncüyü evde bıraktık".



İkizler mi sorusu geçildikten sonra yurdum teyzesi anketteki diğer soruları sormaya başlıyor. "Ailenizde ikiz var mı?" "Evet teyze, var. Sizden tatlı olmasın bir teyzem var, onunda ikizleri var. Anneanneminde ikiz kardeşleri varmış ama yaşamamış. Eğer aile tarihimize dair bu kadar bilgi sizin için yeterliyse yoluma devam etmek istiyorum". Fakat çoğunlukla yetmiyor Ozan ve Emreciğim çünkü ankette daha sorulacak çok soru var. İşte en can alıcı soru: "Tüp mü doğal mı? "

Ey güzel yurdumun nur yüzlü teyzesi hep tıp okumak istedin de ailen mi engel oldu ya da hayat seni başka alanlara yönlendirdi de Dr. House'culuk oynamak içinde ukte mi kaldı? Gerçekten merak ederek soruyorum: Bu bilgi senin ne gibi bir işine yarayacak? "Hayır, doğal ikizler, Allah vergisi. Zaten tek yumurta ikizler, tüp bebek genelde çift yumurta ikizleri oluyor. Bizim ki doğal, organik yumurta gibi."

Tonton teyze tatmin edici cevabımla memnun devam ediyor GBT sorgulamasına "Zor oluyor değil mi?" "Hiç bebek bakmak kolay diyene rastlamadım teyze, biri de zor ikisi de zor. Aslında bebek bakmak zor." Hafif bir kıpırdanma, yola devam ediyormuş hissi uyandırıp son darbeyi indiriyor teyze: "Aynı hissediyorlar değil mi? Öyleymiş. Biri ağlayınca öbürü de ağlıyordur. Kardeşinin canı acıyınca falan hissediyordur öbürü" "Evet, Bridgette Bardot-Elizabeth Taylor kırması teyzem, aynen dediğin gibi. Ayrı iki birey değil bunlar, farklı hisleri, beğenileri, ihtiyaçları yok bunların. Hep aynı...Hatta birini doyuruyorum diğeri tok hissediyor. Mama maliyeti düşüyor böylece."

Ha bu arada son soruyu da ben yönelteyim: Sana ne teyze? 



12 Ağustos 2014 Salı

Carpe Diem


'Ezilenlerin Pedagojisi" adlı başyapıtında Freire nesneleştirici eğitim modelini eleştirerek bu modele "bankacı eğitim modeli" adını verir. Onun kaleminden bankacı eğitim anlayışı "kendilerini bilen sayanların, yine onlar tarafından hiçbir şey bilmez sayılanlara verdiği bir armağandır". "Başkalarını mutlak bilgisiz saymak baskı ideolojisi için karakteristiktir" diye ekler Freire.



Freire'yi anmam Dead Poets Society'deki öğretmek yerine kendini gerçekleştirmek için özgürleştirici bir öğrenme ortamı yaratmayı tercih eden edebiyat öğretmeni Keating karakterine hayat veren Robin Williams'ı uğurlamak adına....



Sevgili Emre ve Ozan,

Anneniz henüz onbir oniki yaşlarındayken kendisi de psikoloji/felsefe öğretmeni olan annesi ve edebiyat öğretmeni olan babası ile izlemişti Dead Poets Society'i ilk kez. Filmi öneren sevgili annesi yani sizin biricik anneannenizdi. Kaderin cilvesine bakın ki o günlerde annenizin aklının ucundan bile geçmemişti  bir gün akademisyen olacağı ve sayısını şu an kendisininde bilmediği kadar çok öğretmenin yetişmesinde katkısının bulunacağı.

Anneniz filmden çok etkilenmiş ve filmin bitişini takiben etrafta "Seize The Day" diyerek gezen bir çocuğa evrilmişti. Dilerim demekle kalmamış, hayata da geçirmiştir "anı ya da günü yaşamayı". Zira annesi ile geçireceği sayılı yılları, günleri yani anları, anıları vardı.

Anneniz Dead Poets Society filmini en son babanızla izledi bu kış. Sizin bebekliğinizin ilk günlerine rastlayan; gaz sancıları, gece gündüz karmaşaları arasında geçen uykusuz gecelerin birinde yattığı tavşan uykusunda nasılsa gördüğü ve daha sonra hatırlayabildiği rüyasında babanızla oturmuş Dead Poets Society'i izliyordu evde. Rüyasını babanıza anlatınca birkaç gece sonra intenetten buldu babanız filmi ve kimbilir bilmem kaçıncı kez izlediler birlikte. Babanız "biz de Hababam var, adamlar da Ölü Ozanlar Derneği "diyerek bir film serisine atıf yapmış ve sosyolojik bir yorumda bulunmuştu. 

Şimdi size tavsiyem: Büyüp aklınız erince tüm Hababam Sınıfı serisini izleyin. Bol bol gülün, eğlenin. Hababam Sınıfı candır. Hatta izlemeden önce Rıfat Ilgaz'dan okursanız daha da güzel. Hababam serisi bittikten sonra çok ara vermeden Dead Poets Society (Ölü Ozanlar Derneği) filmini bulun ve seyredin.  Not edin: "Kim ne derse desin" filmde de söylenildiği gibi "kelimeler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir." "Ağlamak değil gülmek için sebepler arayın." "Vakit varken tomurcukları toplayın, zaman hala uçup gidiyor ve bugün gülümseyen bu çiçek belki yarın ölüyor".
Carpe Diem.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Bu araba buraya park etmez

Bebek arabalarıyla yürüyüşe çıkmaya başladığım ilk günden itibaren beni sinir eden, yoran, strese sokan ve umutsuzluk girdabına sürükleyen bir durum var. Kaldırımlarda ve özellikle engelli ve bebek arabaları için yapılmış olan rampalarda park eden arabalar.

Kaldırımdan neşe içinde yürüşünüzü yaparken bir anda önünüze çıkıveriyorlar. Sayıları hiç az değil, dolayısıyla gülüp geçemiyor, yolunuza devam edemiyorsunuz. Bebek arabalarıyla yola inip trafiğin aktığı yollarda ilerlemeye çalışıyorsunuz ta ki yendien kaldırıma çıkabilinceye kadar.

Sevgili şöför arkadaşım, belki farkında değilsin. Park ettiğin yer kaldırım. Yani yayalar için bırakılmış güvenli alanlar. Ben iki bebek arabası ile senin park edili halde bıraktığın ve çoğunlukla kaçıp gitmişsin gibi kaldırımın tam ortasında ya da rampanın tam üstünde arzı endam eden araban yüzünden yoluma devam edemiyorum. Kendimi dahası bebeklerimi tehlikeye atmak zorunda kalıyorum. Ne olur saygı göster, empati kur ve arabanı trafik kurallarına uygun yerlerden birine bırak. Bu araba buraya park etmez. Sevgiler.

Sevgili şöfor arkadaşım, belki de farkındasın. Park ettiğin yer kaldırım. Yani yayalar için bırakılmış güvenli alanlar. Sen "aman ne var, işim iki dakika da bitecek- yıllanacak değilim, gider gelirim hemen" diye aklından geçiriyor olabilirsin. Ben senin bu düşüncesiz davranışın nedeniyle iki bebek arabasıyla kaldırımda yoluma devam edemiyorum, rampayı kullanamıyorum. Dolayısıyla kendimi daha önemlisi bebeklerimi tehlikeye atmak zorunda kalarak yola iniyorum. Ne olur bencil olma, saygısızlık yapma ve arabanı park edilmesi yasak yerlere park etme. Düşün ki bebek arabalılar, engelli arabalılar ya da yayalar oradan geçecek ve sen onlara engel oluyorsun. İki dakikada da gidip gelmiyorsun, hiç uydurma. Bu araba buraya park etmez. Sevgiler.


O kadar sık karşılaşılan bir durum ki artık harekete geçmeli diye düşündüm. Eğer şöfor oralardaysa sözlü uyarıyorum. Değilse etrafa bakınıp nerede olabileceği hakkında fikir yürütüyorum. Etrafta ki mağazalar, bankalar aranınca çoğu zaman şöfor çıkıyor. Hatta topluluk içinde uyarılmaktan ötürü şaşırıyor çoğu zaman da utanıyor. Eğer şöföre hiç ulaşamazsam öncama not yazıp bırakıyorum.


Bir kişide bile fakındalık yaratabilsem kar diye umut ediyorum.




8 Ağustos 2014 Cuma

Tatil maceramız: RUTİNİN DIŞINA ÇIKMAK

Tatil demek biraz da rutinin dışına çıkmak demek; bebek bile olsanız...Emre ve Ozan'ın tatildeyken düzenlerinin bozulmaması için gereken özeni gösterdik. Yine de tatilde olmanın onların hayatlarına kattığı renkler ve eğlenceler rutinin dışına çıktıkları anlarda onları kıskıvrak yakalayıverdi. Biz de onların keyfine hiç ilişmedik. Nasıl mı?


En basit örneği kahvaltıları. Belki kahvaltı saatleri aynı kaldı ama kahvaltılarına eşlik edenler şenlendi. Her sabah salonda camın önünde mama arabasında çeşitli oyuncaklarla ettikleri kahvaltılarının yerini yazlıkta bahçede kedili kahvaltılar aldı örneğin. "Gel pisi gel geeel" eşliğinde yazlığın meraklı kedileri her sabah ziyaret eder oldular Emre ve Ozan'ı. Allah ne verdiyse kimi zaman peynirli, salamlı, sucuklu kimi zaman kuru ekmekli ziyafet çektik yazlığın kedilerine. Önümüzdeki sene yolumuzu dört gözle bekleyeceklermiş. Biz de sizi özleyeceğiz. Yine buluşalım pisiler,  e mi?

Aramızda mesafeler olsa da biz sizi İstanbul'da parklarda ve apartmanımızın önünde yine besleriz. Ve koro halinde sesleniriz arkanızdan: Gel pisi gel geeeel!

Tatil maceramız: DENİZ ve HAVUZ

İster bebek olun ister yetişkin tatilin fitratında yüzmek var! Havuz da olur deniz de! Yeter ki güneşe he de! Emre ve Ozan yıkanmayı çok seven iki bebek. Banyo sırasında küvetlerine oyuncak atarak banyo saatini keyifli geçirmelerini sağlıyoruz. Yine de deniz ve havuzda nasıl bir macera yaşayacağımızı merak ediyordum.

 
Havuz derken yanlış anlaşılma olmasın, bahsettiğim şişme havuz. Zira ben iki yaşından küçük bebeklerin litrelerce kimsayal atılan havuzlara (çocuk havuzu olsun ya da olmasın) sokulmasına karşıyım. Her şeyin doğalı güzel ve sağlıklı. Deniz ve deniz suyuyla doldurulmuş şişme havuzlar bebeklerin keyifli vakit geçirmesi için yeterli.


Emre ve Ozan!ı ilk önce Milli Parkta denize soktuk. Eşimle Kuşadasında en sevdiğimiz yerlerin başında Milli Park geliyor. Denize girmek için değil Türkiye'de dünyada sayılı bir yer Kuşadası Milli Park. Fakat tecrübe ttik ki bizim bayıldığımız suyu Emre ve Ozan için fazlasıyla soğuk. Bu tecrübeden sonra onları Güzelçam'da denize soktuk. Burada deniz suyu daha sıcak olduğu için daha uzun ve keyifli saatler geçirebildik denizde.


Bu sene her bebekte olan adeta moda çılgınlığı üstü korunaklı deniz arabaları var. İki tane almakla ne iyi etmişim. Hem Emre hem Ozan denizde bu şişme arabalarla vakit geçirmekten çok keyif aldılar. Eğer onlar olmasaydı denize daldır çıkart pek de keyifli vakit geçiremeyebilirdik. Sonuçta bunlar bebek; henüz kumsalda kumdan kale yapma yaşında değiller. Malum bebekler için denizde aktivite pek kısıtlı. İşte bu şişme arabalar her derde deva olmasalar da aktivite bulma sorununa çareler...


Yazlık evdeyken de Emre ve Ozan'ı deniz suyuyla doldurduğumuz en büyük boy şişme havuza koyduk. İçine kepçe ve üç adet küçük oyuncak balık attığımız bu havuz onlar için çok keyifli oldu. Sonraları havuzun içine daha değişik oyuncaklar atarak havuz ortamını şenlendirdik. Söz konusu ikizler olunca en büyük boy havuz gerekiyormuş çünkü her ikisininde suda rahat hareket edebilmeleri ve tek başlarına da oynayabilmeleri için alan şart. Bir de daha küçük havuzumuz vardı; o pek işe yaramadı.

Deniz ve havuz tecrübesi bebekler için çok yararlı. Gözlemlediğime göre hem Emre hem Ozan adeta vücutlarını keşfettiler ve su içinde hareket ederken güvenlerini kazandılar. Attıkları kahkahalar da bize kar kaldı :)






Tatil maceramız: UÇMAK

Bebekle uçağa binmek bir çok anne baba için stres yaratıcı bir durumken ikiz bebeklerle uçağa binmek korkutucu bir durum olarak algılanabilir. İstanbul-İzmir gidiş dönüş iki sefer yapmış tecrübeli (!) bir anne olarak izlenimlerimi ve ikizlerle ilk uçuş deneyimimizi paylaşalım istedim.



İzmir'e gidiş günümüz oldukça dramatik başladı. İstanbul'da adeta gök delinmiş ve bizlere "tatil için benden uzaklaşmak mı! Bir kere daha düşünün" der gibi ilahi mesajlar gönderiyordu çakan şimşeklerle. Aradığınız numaraya ulaşılamıyor şekerim: Emre ve Ozan bugün hayatlarında ilk kez uçacak! İstikamet İzmir!

Efi ile hava alanından giriş yaparken önce derin birer nefes aldık. Hava alanı girişte gülümseyen iki görevli bize yardımcı oldu, bizimle sohbet etti ve bebeklere de sevgi gösterisinde bulundu. Bebek arabaları el dedektörüyle arandı ve bebekler görevlilerin kucağında beklerken biz gerekli aramalardan geçirildik.

Check-in yaparken öğrendiğimize göre iki bebek yan yana uçakta seyahat edemiyormuş çünkü bebek maskeleri sadece cam kenarlarında varmış. Dolayısıyla bebekler cam kenarında oturmak zorundaymış. Bize arkalı önlü koltuklar verildi. Arkalı önlü oturmanın avantajını yaşadık. Arkalı önlü oturunca iletişiminiz kopmuyor. Elden ele biberon, emzik ve oyuncak yardımında bulunabiliyorsunuz. Eğer birbirinden kopuk iki yerde seyahat etseydik lojistik açısından sıkıntı çekerdik. İkizlerle uçuş yapacaklara arkalı önlü oturmayı öneririm. Yer belirlenme esnasında bebek arabaları için iki poşet teslim edildi. Uçağa binerken bu poşetlere bebek arabaları demonte edilerek konuluyor ve görevlilere teslim ediliyor.

Bekleme alanına girmeden önceki kontrolde de her şey yolunda gitti. Adeta super starlarla geziyorduk. Görevliler "ikizler mi? Ne tatlılar! İsimleri ne?" gibi soru ve yorumlarla bizlerle sohbet ediyor, o sırada da işlerimizi çabucak hallediyorlardı. Adeta rüyadaydık.

Uçağa binerken arabaları demonte ettim ve bu esnada da yer görevlisi yardımcı oldu. Uçakta önde ben ve Emre; arkada Ozan ve Efi yerlerimizi alınca başladı tatlı bir telaş: Yanımıza kim düşecek?

Ozanla Efinin yanına bir karı koca oturdu. Yol boyu ne sohbet ettiler, ne de şikayet.
Bizim yanımıza şen şakrak üç kadın yerleşti. Diğer sıranın koridor tarafına şarkıcı Yeliz, bizim sıranın koridor yanına Neslihan Yavuzcan ve hemen Emreyle benim yanıma da siyahlar içinde güler yüzlü bir kadın  oturdu. Bizim yanımıza oturan dünya tatlisi kadının kim olduğunu çok sonra anımsayacaktım.

Bu şen şakrak gizemli kadın ilk önce Emreyi sevdi, onunla sohbet etti. İlk kez uçtuğunu öğrenince de hatıra kalsın diye fotografımızı çekti ve uçaktan iner inmez what's up ile bana gönderdi. Sıcak ve rahat tavırları bebeklerle seyahat etmenin stresini yaşayan bendenize adeta sakinleştirici gibi geldi.  Bu şeker kişinin Neslihan Yargıcı olduğunu ben ancak uçaktan inmiş arabayla yazlığın yolunu tutmuşken anımsayabilecektim.

Uçuş öncesinde Emre ve Ozan için yeni iki oyuncak almıştım. Daha önce hiç görmedikleri yeni oyuncaklarla dikkatlerini çekmeyi başarmıştım. Oyuncakların yanı sıra uçuş güvenlik kartları ve ucuş dergileri de onların keyifli vakit geçirmesini sağlayan kurtarıcılarımız oldu.

Tüm uçuş boyunca emzikleri ağızlarındaydı. Emme hareketi küçük bebeklerde uçuş sırasında gerçekleşen basınç farkının yarattığı huzursuzluğu gidermek için önemli. Aynı nedenle kalkış ve iniş sırasında su içirmekte çok faydalı. Su gibi gidip geldik denir ya biz de ikiz bebeklerle olmamıza rağmen kuş gibi uçtuk gittik. Sıfır sorun sıfır stres :)

Keşke uçuş maceramız bu kadar olsaydı. Romantik-komedi tadında ünlülü, fotolu ve mutlu...

Dönüş maceramız ise tam tersi stresli, ağlamalı ve saygısız yolculu, iş yapmaz görevlili adeta korku-macera-gerilim tadında yaşanacaktı.

Adnan Menderes Hava alanına bismillah sinir harbi içine girdk. Daha girişte suratsız bir görevli arabaları demonte etmemizi söyledi. Biz gelirken böyle yapılmadı deyince de boş boş bakıp ama demonte etmelisiniz diyerek ilgisiz bir tavır takındı. Ben demonte işlemini yaparken bebeği ne yapacağım? Bana yardım etmelisin o zaman sevgili görevli. Bebeği kucağına almak istemedi, arabayı demonte etmeye yardım da etmek istemedi. E ne yapayım dört kolum yok ya? Emreyi kucağına zorla verdim ve arabayı demonte ederek kontrolden geçirdim. Aynı şekilde Ozanı kucağına verdim ve onun arabasını da demonte ederek kontrolden geçirdim. Check-in sonrası da aynı işlemi yaptırdılar. Üşenmedim saydım o akşam uçuş sonrası eve vardığımda tam 18 kere bebek arabası demonte edip takmışım.

Uçuş öncesi arabaları demonte ederken yardım eden olmadı. Eğer geliş uçusunda ki görevlilerin yardımını yaşamamış olsam demek böyle der susardım belki de. Fakat bir önceki uçuşta ne kadar yardımcı olduklarını gördüğüme göre en azından ufacık destek talep etmek hakkım diye düşündüm ve gördüğüm tek görevli olan hostesten yardım istedim. Boş gözlerle bakarak benim görevim yolcuları uçağa almak hanımefendi dedi ve gitti. Onunla iş tanımı yapacak vaktim yoktu zira zamana karşı yarışıyorduk. Hiçbir yer görevlisi de yardım etmedi. Sonradan sahneye giriş yapan ve  yardım etmesi gereken yer görevlisi bitmek bilmez bir telefon konuşmasıyla çok meşguldu. Tüm bu esnada uçuş kartlarımızdan biri poşetle birlikte kaldırılmış ve uçağa binince yaşanacak olan yer sorununa adeta davetiye çıkarmıştı.

Nereye oturacaktık? Bu esnada kendini bilmez, suratsız (gerdirmekten ve detokstan suratı artık robotlaşmış) bir nine (eminim o kendisini genç kız hissediyordur) bize laf attı. Oturun artık falan diyerek. Hem de kucağımızda bebekler olmasına ve daha yerleşmemiş bir sürü yolcu olmasına rağmen (zira uçuş kalkış saatine daha vardı) Sonrasında kendisi yerini değiştirdi ve benim yanımda oturan kibar beye de "siz de yerinizi değiştirin de rahat yolculuk edin" diyerek aklınca bana laf soktu. O kadar konforlu yolculuk yapmak istiyorsan sayın bayan, business uç ya da kendi uçağınla seyahati dene. Biz bebekli aileler de ulaşım aracı olarak uçağı kullanacağız çünkü. Sevgiler.

Tüm bunlara inat Emre sessizce dönüş yolculuğunu tamamladı. Fakat Ozan pek de sessiz sayılmazdı. Yol boyu ses ve çığlık denemelerinde bulundu ve bol bol ağladı. İlk uçuşumuzdaki taktikler pek de işe yaramadı bu sefer. En azından Ozan üzerinde. Bir de üstüne hava alanı yoğunluğu nedeniyle on dakika uçak içinde bekledik. Lafın kısası, çok kötü olmamakla birlikte pek de kolay olmayan bir uçuş oldu bizim için.

Uçaktan indikten sonra hava alanı içi otobüsüne binmemiz gerekti. 21. yüzyılda parlayan yldızımız Atatürk Hava alanında kullanılan otobüslerin rampaları yokmuş bunu öğrendim. Bebek arabalarını sırtlayıp otobüse çıkarmamız gerekti. Haydi bebekler çok ağır değil, engelli ve yaşlılar seyahat ederken durum ne oluyor düşünmek bile istemiyorum.

Dileğim o ki; Bizi ve diğer ikiz anne/babalarını saygısız yolculardan, tembel görevlilerden, hava alanı yoğunluğundan ve teknoloji dışı kalmış araçlardan koru Yarabbi! Amin.




15 Temmuz 2014 Salı

İkizlerle ilk tatil

"Tatil" kelimesinin bana çağrıştırdıklarından biri de "huzur". Bir parça huzur bulmanın peşindeyken planlama ve lojistik girdabına kendimi kaptıracağımı nereden bilebilirdim?! Emre ve Ozanla ilk tatil planımızı yapıyoruz. İlk kez ailecek tatile çıkıyor olduğumuz gerçeği söz konusu ikizlerle tatil olunca geniş aileyle tatile çıkıyoruz gerçeğine dönüştü. Nasıl mı?

İkiz bebeklerle tatile giderken verilmesi gereken ilk karar nereye gidileceği. Deniz kenarı olacak (havuz küçük bebeklere zararlı) Denizin suyu soğuk bir yer olmayacak (bebekler soğuk denizlerden hiç keyif almıyor) Kumsal olacak (taşlıkta bebeklerle gezmek zor hele bir de emekliyorlarsa) Bunaltıcı sıcağı olmayan bir yer bulmalı. Fazla kalabalık olmayan bir yer bulmalı. Hem merkezi hem sakin üstelik dinlendirici bir yer..Bebeklere çorba yapabileceğimiz mama hazırlayabileceğimiz mutfağı olan bir yer. Otelden ziyade bir ev. Liste uzadıkça uzadı ve istikametimiz: Kuşadası!

Verilmesi gereken ikinci karar yolculuk şekli. Araba, uçak, tren, vapur, minübüs, otobüs düttt. İşte bu esnada kadim dostlarımız devreye girdi. Bir taşla iki kuş hem ikizlerle hem dostlarla tatil fikri de bu aşamada ortaya çıktı. Eşim eşyalarla arabayla yola çıkacak. Ben ve arkadaşım Efi uçakla ertesi gün yola çıkacağız. İkiz bebek olduğu için tek yetişkinle uçakta yolculuk edilemiyor. Efinin eşi Baki kendi işlerini hallettikten sonra aramıza katılacak. Anlayacağınız yolculuğumuz bile aşamalı.

İkizlerle uçak yolculuğu başlığını hazırlamak için sabırsızlanıyorum. Şimdiden gerekli bilgileri ve önerileri biriktiryorum. Aklıma yatanları deneyip sonuçlarını burada paylaşacağım. Uçak yolculuğumuzu gerçekleştirinceye kadar geçmemiz gereken başka etaplar, vermemiz gereken başka kararlar var.

Şu ara üzerinde çalıştığım konu valizimizde neler olmalı. Akademisyen olmanın verdiği düzen ve disiplin anlyışıyla Excel dosyamızı hazırlamaya başladım bile: Bebeklerle tatilde Yanımızdakiler Listesi. Tematik olarak kategoriler hazırlayıp (bakım, sağlık, oyuncak vb) bir geliş bir gidiş sütunu oluşturdum. Valize her koyduğum nesnenin yanında gidiş hanesine bir işaret koyuyorum. Aynı listeyi dönerken tekrar dolduracağım. Malum götürmek kadar eksiksiz geri getirmek de şart.

Liste olayı biraz abarttığım hissini siz de uyandırmış olabilir. Yine de bir kere daha düşünün derim. Örneğin burun aspiratörü, derece ya da her gün verdiğiniz vitaminler. Yanınızda olmadıklarını fark ettiğinizde onları satan bir yer bulmak sizin için listeyi hazırlamaktan daha zor olabilir.

Tüm bu liste ve plan kumkuması içinde sanmayın ki heyecanlı değilim. Aksine çok heyecanlıyım ve mutluyum. Emre ve Ozanı denize ilk sokacağımız an, onlarla yapacağımız orman gezintileri şimdiden gözümün önünde canlanıyor. İşte o zaman "huzur" dolacak gök kubbe :)


4 Haziran 2014 Çarşamba

İkizlerle sıradan bir gün

Sevgili Emre ve Ozan,


Sıradan bir günümüzü yazayım dedim. Standart hayatımızın sizinle nasıl şenlendiğinin farkında olun siz de böylece.

Ben hep erken uyanmayı seven biri oldum. "Morning person" dediklerinden. Dolayısıyla sizin 06.00'da çaldığınız kalk borusu beni pek zorlamıyor. Yine de itiraf etmem gerekir ki bazı günler Emre'nin 05.00 uyanışları "ne kadar çabuk sabah oldu?" sorgulamalarına yol açıyor.

Kahvaltınız saat 07.00. Doktorumuzun yedi aylık olduğunuzda verdiği tarifler uyarınca tuzu alınmış peynir, günaşırı yumurta, şeker katılmamış bir kaşık doğal pekmez, 7 tahıllı organik kahvaltı maması ve biraz doğal köy tereyağıyla güne dolu bir mideyle başlıyorsunuz. Elbette kahvaltı öncesi vitamin kokteylinizi veriyoruz.

Bana öyle geliyor ki günün en keyifli saatleri sabah saatleri sizin için. Kahvaltı sonrası oyun oynarken ya da bizimle sohbet ederken gülüşünüz, agunuz, öpüşünüz eksik olmuyor. Saat 09.00'a doğru sabah kestirmesi başlıyor. Nasıl da huzurlu bir şekilde uyuyorsunuz? Allah hiç bozmasın. Amin. Çok kere.

Sabah kestirmesinin adı üzerinde ne kadar sürecegini kestirmek imkansız. Beş dakika ile bir saat arası bir süre beğenin kendinize. Saat 11.00 ya da 11.30 civarı öğle yemeği için mideler gurulduyor, çanlar çalıyor. Öğle yemeğiniz 50şer gramlı etli sebze çorbası. Aman efendim, neler neler! Patates, havuç, irmik ile başlayan maceranız artık mercimek, nohut, bezelyeyle şenleniyor. Çorba yemeği çok seviyorsunuz. Hep sevin, e mi?

Öğle yemeği sonrası havanın uygunluğuna göre park gezilerimiz oluyor. O park benim bu park senin bir gezi rotamız yok malasef. Her gün aynı parka gidip oradaki müdavimlere görünüyoruz. Parkların çocuk ve yaşlıların malı olduğunun farkında değildim doğrusu anne olmadan önce.

Siz daha küçükken park gezilerimiz boyunca siz uyuyordunuz. Artık büyüdünüz. Gündüz uyku saatiniz azaldı. Parkta da çevreyle ve bizle daha çok ilgileniyorsunuz artık. Geçen hafta Emre ağacın yaprağını kokladı. Ozan da yaprağı yemeye çalıştı. Yaprağa duyduğunuz bu yakın ilgi beni çok mutlu etti. Doğayı hep koruyun diye dilek diledim. Gezi olayları yıldönümüydü, dileğim tutar diye ümit ediyorum.

Parktan sonra 15.00 civarı ev yapımı yoğurt ve meyve ile ara öğününüzü yiyorsunuz. İşte bu öğünden pek keyif aldığınız söyleyemem. Aslında tattığınız ilk ek gıda elma püresiydi fakat meyvayı pek sevdiğinizi söyleyemem.

Sonrası oyun, şarkı, emekleme talimleri ve kitap okuma. Ta ki saat 19.30'a kadar. Bir de bakıyoruz ki koca gün geçmiş ve akşam yemeği vakti gelmiş. Saat 20.00 civarı hop yatak.

Koca bir gün ardımızda kaldı. Aklıma hep bana söylenen bir söz geliyor iyi uykular öpücüğünüzü verdikten sonra. "Her gün daha kolay olacak!" demişti Baki amcanız. İşte diyorum biten günün ardından...Her gün daha kolay...Çok şükür. Amin.


30 Mayıs 2014 Cuma

Sağım Solum Sobe

"Sağım solum sobe, saklanmayan ebe" diye az bağırmadım Yeldeğirmeni sokaklarında. Tüm arkadaşlar sağa sola kaçışırken gözlerin sımsıkı kapalı kim ne tarafa kaçtı merakıyla harmanlanmış bir bilinmezlik hali çöker üzerine. Adeta NASA'da füze ateşleniyor. 3,2,1..Saklanmayan ebe!

Merak ediyorum Emre ve Ozan da koşturacak mı sokaklarda "ebe ebe yakalayamaz ki beni ebe!" diye bağırarak...Neden olmasın? İkiz çocuk olmanın arkadaşlık avantajını şimdiden yaşamaya başladılar bile. Doğal oyun arkadaşları var. Elbette dileğim onlar büyüdükçe oyun arkadaşı sayılarının da artması.

İkiz bebekler birbirlerinin farkına ne zaman varırlar? Anne karnında da anlarlar mı acaba kardeşlerinin varlığını? İletişime ne zaman geçerler? Birbirleriyle anlaşıyorlar mı? ve bunlara benzer bir dolu soru olur ikiz ailesinin aklında. Araştırmalara göre ikiz bebekler birbirleriyle başka bebek algısıyla iletişime yaklaşık 9 aylıkken başlıyor. Emre ve Ozan ise henüz yedi aylık olmalarına rağmen iletişim içindeler. Birbirine gülmeler, ortak atılan kahkahalar, karşılıklı agulamalar ve aynı oyuncakla oynamalar...



Biliminsanlarının oyun oynamakla ilgili önerdikleri bir nokta var. İkiz bebekleri sürekli birbirleriyle oynar şekilde yalnız bırakmamak gerek. Zaman zaman anne, baba ya da bakıcının onlarla birlikte oynaması şart. Bu durum zaten bebek bakmanın fıtratında var :) Fakat asıl önemli olan ikiz bebekleri hep de birlikte oynatmamak gerektiği gerçeği. Yani bebekleri her gün en az bir kere birbirinden ayırıp tekli olarak da oynatmak. Örneğin anne bir tanesiyle bebek odasında oynarken baba da diğeriyle oturma odasında oyun oynayabilir. Sürekli birlikte oynatılmayan yani tekli muamele de gören ikiz bebekler gelişimsel olarak tek büyüyen akranlarına göre daha az gerilik gösteriyor. Bu da bize gösteriyor ki, bir bebeği alıp diğerini evde bırakarak kısa süreli gezinti yapmak aslında o kadar da vicdan azabı çektirecek bir durum değil. Tabii hep aynı bebekle dışarı çıkılmadığı müddetçe. Sürekli yan yana olan, daima birlikte oynayan ve oynatılan  ikiz bebekler birey olma gelişimini daha geç gösteriyorlar. Aman dikkat!



21 Mayıs 2014 Çarşamba

Kitaplar dünyası

Bebek demek oyuncak demek...İkiz bebek demek daha fazla oyuncak demek...Daha hamileyken oyuncak almaya başladığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Hamile kalmaya karar verdiğim zaman gidip ilk oyuncağını satın almıştım bebeğimin (insan hiç ikiz olacakmış gibi planlamıyor). Kıpkırmızı bez bir oyuncak kedi. O zamanlar tam 17 yıldır benle yaşayan kedimin akıbetinin ne olacağı belli olmadığından (hamile ve kedi bir arada olur mu? bebek ve kedi bir arada yaşar mı?) gidip yumuşacık bir kedi almıştım hayali bebeğime bilinçaltımın baskısı.

Bu kediyi tüm hayvanlar alemi takip etti ikizler doğduktan sonra. Evimiz aslanlar, penguenler, maymunlar ve fillerle doldu taştı. Mübarek oyun oynatmıyoruz safariye çıkarıyoruz Emreyle Ozanı her gün.

Uzun lafın kısası bebeklerin bol oyuncağı oluyor, ikizlerin daha da çok oluyor efendim. Fakat en faydalı faaliyetin kitap okumak olduğunun farkındayım. Kitap okumaya başlamak için hiçbir ay erken değil. Daha doğumlarından itibaren Emre ve Ozan'a kitap okuyoruz. Dönencelerine bakmaya başladıktan itibaren kitaplara da bakmaya başladılar. Özellikle renkli ve  büyük resimli ya da iri desenli çocuk kitaplarını göstererek ilerlettik okuma faaliyetlerini. Gazete okurken de kucağımıza oturtup gündemden iç karartmayacak haberleri paylaştık onlarla (tabii böyle haberler bulmakta zorlandık).


Bebeklere okumaya başlamak çok önemli. Kitap okunan bebek kitap alışkanlığına daha hazırlıklı oluyor. Kitabı tutarak, sayfaları çevirerek ve de sizi dinleyerek gelişiminde büyük adımlar atıyor. Yapılan bir çok araştırmaya göre kitap dinleme alışkanlığı olan bebekler ve kitap okunan çocuklar konuşmaya başladıklarında daha fazla sayıda kelime kullanıyorlar. Bu dil gelişimi açısından çok önemli. Bu nedenle bebekler için hazırlanmış yumuşak kitaplar oldukça çeşitli. Gerçekten de bebekler yumuşak kitaplarla vakit geçirmeyi çok seviyor. Oral dönem olması dolayısıyla Emre ve Ozan bu yumuşacık rengarenk kitapları hemen ısırmaya yalamaya kalkıyorlar. Bu hareketler kaslarının çalışması ve motor hareketlerinin iyileşmesi için altın değerinde.



Benim ise en beğendiğim ve her gün mutlaka bir kez okuduğum bir kitap serisi var. Sayısız oyuncakçı-kırtasiye-kitapçı ziyaretlerimizde keşfettiğim rafta altın gibi parıldayan kapağını kaldırdığımda adeta beyaz atlı prensle karşılaştınız da fon müziği çalıyormuşçasına başka bir boyuta geçtiğim kitaplar. Pearson tarafından yayınlanmış Bebek Dokun Öğren serisinde Neşeli Hayvanlar, Neşeli Sesler, Oyun Zamanı ve Uyku Zamanı diye kitaplar var. Hepsi de birbirinden ilgi çekici ve anne babayı yönlendirici. Bebeklerin farklı dokumadaki materyalleri dokunmasının gelişimleri açısından önemini bildiklerinden kitapta da değişik dokular kullanılmış. Bir göz atın derim. Mühim olan bebeklere okumak, onlarla bol bol konuşmak. Kitaplığınızı zenginleştirmek isterseniz bence bu seriye kesin göz atın.



3 Mayıs 2014 Cumartesi

Dünyanın en uzun süre ayrı kalan ikizleri

Bu sabah gözlerimi Ozan ve Emre'nin içeriden gelen sesleriyle açtım. Eşim onlarla sohbet ediyordu. Saat kaç diye elime aldığım cep telefonumda facebook like'ları gözüme çarptı. Neler olmuş diye hızlıca bir göz atacaktım ki bir habere uzun süre kilitlendim. BBC New Magazine'e göre dünyanın en uzun süre ayrı kalmış ikizleri Ann Hunt ve Elizabeth Hummel tam 78 yaşında birbirlerine kavuşmuşlar.

İkizlerin hikayesi oldukça trajik. Evlerde aşçı olarak çalışan bir anne ile asker bir babadan 1936 yılında İngiltere'de dünyaya gelmişler. Evlilik dışı olmak bir yandan annelerinin yatılı olarak çalışmak zorunda olması da öte yandan bu ikiz kardeşlerin anne karnında birliktelikleri ne yazık ki dünyaya gözlerini açtıklarında sonlanmış. Anne Ann'i bir başka ailenin yanına vermiş ve tam 78 yıl boyunca Ann bir ikiz kardeşinin olduğunu bilmeden yaşamış. Acaba fiziksel bir hafıza var mıdır? Bu soru üzerinde zor da olsa araştırma yapılmakta olan bir konu.

Ann'in hayatından ilginç bir an fiziksel hafıza ile ilgili bir bilgi kırıntısı sağlıyor bence. Ann tam 14 yaşındayken evlat edinildiğini teyzesi bildiği kişiden öğrenmiş. Bu konuyu annesine sorarken "ben" yerine "biz" ifadesi dökülüvermiş ağzından. "Biz evlatlık mıyız?" Niye böyle sorduğunu kendi de bilmiyormuş. Sonuçta öğrendiği bilgi evlatlık olduğu, bir ikizi olduğu değil. İkizi olduğunu öğrenmek için daha uzun zaman geçmesi gerekiyormuş demek ki kaderde. Tam 78 yaşında bir mektupla öğrenmiş bu haberi. Film der geçeriz ya, gerçek hayatlarda ne senaryolar yaşanıyor. İşte bembeyaz saçlarıyla kız kardeşlikleri hatta ikiz kardeşlikleri ellerinden alınmış kardeşler.






2 Mayıs 2014 Cuma

Merhaba

Sıcacık bir merhaba herkese. Temmuz 2013'te Ozan ve Emre bizlere merhaba diyerek hayatlarımızı değiştirdi. Aslında onlardan ilk haber aldığımızda başlamıştı hayatımızın renklenmesi. Onlar büyüdükçe hayatımıza kattıkları da güzelleşti ve bizleri de güzelleştirdi. İstedim ki yaşadıklarımız her ne kadar gerçek hayatın yerini tutamayacak olsa da sanal dünyada da baki kalsın. Yıllar sonra açalım bakalım ve hepbirlikte gülerek analım bu günleri. Baki kalan bu dünya da bir hoş seda ile iyi bir blog ne de olsa...